Ben mi?

Benim yarattıklarım bunlar,
Birilerinin beğenmesi için değil,
Sadece kendim için,

Aynaya baksam da görmek için kendimi,
Gördüğüm bir et yığınından farksız
Benim seçimim değil bu yüz, bu vücut
Beni anlatmasını beklemesin kimse
Benim yarattıklarım bunlar,
Aynada göremediğim kendim için
Onlara bakıp kendimi eleştirebilmem için
Kendimi görmek istediğim için…
Hepsinin içinde bir parça ben var
Bazıları olabildiklerim, bazıları olamadıklarım
Belki de olmak istediklerim
Gitme vakti geldiğinde buralardan
Akıllarda kalacak gerçek benler
Bazıları masum, bazıları düzenbaz,
Ukaladır bazıları çok konuşur, az dinler
Ağlar kendi köşesinde, korkar
Kandırır seni, pişmanlık duymaz
Yinede bendir o, maskesiz bir yüzdür
Zaman kırışıklarını çizemez üstüne
İfadesi saftır bir fırçadan çıkmış gibi
Köşesinde bekler gülümser ona bakanlara

Benim yarattıklarım bunlar,
Birilerinin beğenmesi için değil,
Sadece kendim için…

Görmek İstiyor musun?

Durduğunu görüyorum sanki
Karanlık mı seni böyle korkutucu gösteren
Belki de korkudur içimde seni bu kadar karanlığa iten
Sesler var, hepsi farklı, bir şeyler söylüyorlar
Çağırdıklarını duyar gibiyim, ama ya o gülüşmeler
Aklım mı bu oyunları oynayan,
Aklım mı bütün oyunların farkında olmamı sağlayan,
Ben miyim yoksa, akıl mı beni yönlendiren,
Düşünceler,
Elimde tutmak istiyorum onları,
Göstermek istediğimdendir belki de herkese,
Ya onları da çekerse kendi karanlık sularına,
Karanlığı göstermeye hakkım var mı?
Onlar hep karanlıkta göremediklerini sanırlar,
Gördükleri karanlık hâlbuki dikkatli baksalar,
Bakmazlar,
Göremediklerinden değil, görmek istemediklerinden
Peki arkamı dönüp gitsem,
Yorganın altına girsem küçük çocuklar gibi,
Karanlığı karanlığımla saklasam kendi içimde,
Ama bir şeyler saklanırken göremez ki insan,
Bilir sadece bir yerlerde olduğunu,
Hisseder belki de,
Duygular göreceli kavramlardır,
Düşünceler ezer onları gerçekliğiyle
Sanki kıpırdıyorsun artık, kaçıyorsun yine benden
Korkum mu seni benden kaçıran,
Kaçman mı beni korkutan?
Ne kadar da karanlık, görmek istiyor muyum?
Hiç bu kadar güzel karanlık görmemiştim…

Cenaze (Hikaye)

Farkında olduğu tek şey tabuttu. Artık siyahlaşmaya başlamış, kenarları yosun tutmuş, bir zamanlar her birinden farklı tomurcuklar çıkan dallardan yontularak yapılmış koca bir tabut. Dudakları hafifçe büzüldü ve o küçümseyici gülümsemesinin yüzünü yayılmasına izin verdi. Tahtanın çürümüşlüğü üzerine kurulmuştu yosunun yaşam enerjisi tıpkı arkasında duran birçoğu gibi. Renkleri yeşil olsaydı belki yosunlardan farkları olmazdı diye düşündü ve eğer öyle olmuş olsalardı gerçektende, sadece görünüşleriyle bile onu eğlendirebilirlerdi. Tabuta bakmıyordu aslında görmek istediği tek şey çürümüş ahşabın altına sıkışmış ölümün o saf hiçliğiydi. Ağacın ki gibi bozulmamış saflıkta bir hiçlik ya da aslında insanlar kadar bozulmamış bir saflık.
Hayatta en değer verdiği kişi birkaç dakika sonra toprağın altındaki bir kaç canlı için öğle yemeği olacaktı. Midesinin burkulduğunu hissetti ve bu histen kurtulmak içinde olsa başını diğer insanların yüzüne doğru çevirmekten sakındı. O tabutun içindekinin değerli olmasının sebebi baktığında gerçeğin ürperten soğukluğunu hissettiren bir yüz ifadesi veya hiçbir gücün sanki eğemeyeceği vücut hatları değildi, farkına varmasını sağladığı doğrulardı. Sanki sadece doğrular mı diye sordu kendine -eğlenmişe benziyordu- “ya diğer verdikleri?”
Ustası ona insanların yüzünde gerçeği görebilme yeteneği vermişti ve verdiği birçok şey gibi buda ruhunda derin yaralar açmıştı. Gerçeği her zaman güzel bir kadına benzetirdi. O kadın ki her erkeğin kopardığı bir parçayla daha da çirkinleşen ama bir o kadar da güçlenen. İşte gerçeklerde tam böyleydi. Hepsi yalanlar ile sarmalanmıştı. Her yalan gerçekten bir şeyler koparıp kendine bir vücut ediniyordu ve bu vücut ne kadar büyürse gerçeğin çirkinliğini gördüğünde bastırmaya başaramadığı o burkulma hissi de o kadar da güçlü oluyordu.
Gözlerini hala tabuttan ayıramamıştı. Gerçekle yüzleşmek adına şu anda en ufak bir cesaret duymuyordu ama ustasına verdiği söz hala aklındaydı. Cenaze töreninde bakabildiği kadar insana bakıp görebildiği kadar şey görmeye çalışacaktı. “Bu sana muhtemelen son dersim olacak” demişti ustası “ama etkileyici olmasını umuyorum.”
Hem ustasına verdiği sözün etkisiyle hem de son dersin ne kadar etkileyici olabileceği heyecanıyla zor da olsa gözlerini tabuttan ayırabildi. Dünyanın döndüğünü kanıtlamak istercesine çok küçük açılarla başını ağaçlıktan insanlığa doğru çevirmeyi başardı. İlk dikkatini çeken ustasının eski karısı olmuştu.
Dikkatlice bir süre ona baktı. Üzüntülü olduğu açıkça görülebiliyordu ama çırak üzüntüsünün sebebinin sadece ölüm olmadığını biliyordu. Kırgınlık ele geçirmişti bütün yüz ifadesini, eski bir ayrılığın ağırlaşmış yükü altında eziliyordu belli ki, sonra gözlerindeki hayal kırıklığını fark etti. Belki de ondan isteği çocuğu hiçbir zaman yapamayacağını artık anlamıştı. Ustasının çocuklar hakkında düşündüklerini bilseydi bu kadar istekli olup olmayacağını merak etti. Sonra alnındaki kırışıklığın arkasındaki nefreti gördü. Orada kırışıklık tepelerinin arkasında sinsice durup bütün olup biteni inceliyordu. Onun oluşmasını sağlayan gözlerindeki hayal kırıklığı, yüz ifadesi veya her ikisi de olabilirdi.
Dünya dönmeye devam etti ve durduğu anda karşısında irice hatlara sahip genç bir adam vardı. Keskin köşeli çenesi kararsızca titriyordu. Bütün hayatı boyunca hep abisinin gölgesi kendi gölgesi olmuştu. Trajik bir şekilde bulutlu hava diğerleri gibi onunda gölgesini de var ile yok arasında bir yerde bırakmıştı. Adam tedirgince yerinde olması gereken ama şu anda sadece hafif bir karartıdan ibaret olan silik gölgesine bakıyordu. Kaşları çatılmıştı içinde bulunduğu durum yüzünden, abisine olan minnettarlığı ve kızgınlığı arasında sıkışıp kalmıştı. Bunca yıllar ona yaptıkları için memnuniyet mi duymalıydı ya da böyle onları bırakıp gittiği için kızgınlıkla karışık kırgınlık mı? Ama çırak bariz bir şekilde terazinin ikinci kefesinin ağır geldiğini artık sabitleşmeye başlamış çenesinden anlayabiliyordu.
Dünya dönmeye devam etti ve durduğu anda bu sefer yüzü ustasının oğluna dönüktü. Bu sarışın mavi gözlü çocuğun yüzünde çok daha masum ifadeler vardı. Önce dudaklarının alınmamış bisikletin kızgınlığıyla büzülmesini izledi. Hiç bu kadar masum bir kızgınlık görmediğini kendine itiraf etmekte zorlanmadı. Duygularda tıpkı kristaller gibiydi. Baktığınız açıyı değiştirdikçe onda sevdiğiniz renkleri görebilme şansınız hep olurdu.
Tam o rengin güzelliği karşısında kendini kaybediyordu ki birden her şey kararmaya başladı. Yüzü olmayan güneşe dönük değildi bu sefer karanlığın içindeki siyah noktaya takılıp kalmıştı. Buradan bakıldığında ufak bir nokta için ne kadar derin gözüküyor diye düşündü. Hep karanlığın çekiciliğine karşı bir ilgisi vardı, orda karanlığın içinde her zaman bir şeylerin saklı olduğunu bilirdi ve bu karanlığa karşı da pek fazla dayanacağını zannetmiyordu.
Orada, arka tarafta sessizce duran bir kişiye aitti bu karanlığın kaynağı. Ama ışığı emmiyordu bu kaynak yaptığı tek şey karanlığı yaymaktı ve ışıkta önünde eğilerek geçmesine izin veriyordu. Sanki bu karanlığın içinde, bütün duyularının etrafında bir ağ vardı ve ne kadar arkasına geçmeye çalışırsa o kadar bu ağ tarafından sarmalanıyordu. Durdu ve gerçeğin keskin parçalarını birleştirmeye çalıştı. Parçaların ellerinde açtığı yaralara karşılık net olarak gördüğü tek şey umutsuzluktu bu karanlığın içinde. Kaybın umutsuzluğu diye düşündü kendi kendine ama gerçeğin bu olmadığını itiraf etmesi pek uzun sürmedi. Birden irkildi ve uzun bir süreden sonra yetenekleri hakkında ciddi derecede şüphe duydu. İşte bu şüphenin tatlılığı içinde dikkatini kaybetmeye başlamıştı ki birden beklemediği bir şey oldu. Yoksa aslında beklediği şey tam olarak bu muydu? Düşündüklerini okurmuş gibi arkadaki gizemli adam ona doğru bakışlarını çevirdi. Bakışlarındaki var olan o arayış havası onu gördüğünde birden bire sanki hiç var olmamış gibi ortadan kaybolmuştu. Midesindeki burkulma hissinin birden geri geldiğini hissetti ve aynı anda ona karşı koymaya çalıştı. Kısa bir direnmenin ardından bunu atlatmayı başardı. Bu sefer midesinde burkulma hissetme sırası karşı taraftaydı ama oda bunu atlatmış gözüküyordu.
Meraklı gözler belli bir süre birbirlerini izlediler. İkisinin de burada olmalarının sebebi şimdi açıkça ortaya çıkmıştı. Zaten ustası hiçbir zaman başkalarının düşüncesine önem vermemişti. Cenazede de bütün herkesin gözünde gerçeği aramasını istemesinin tek sebebi birbirlerini bulmalarını istemeleriydi ve bunu başarmıştı da. Şimdi öylece durup birbirlerine bakıyorlardı. Sonra bu gizemli yabancı da bir şeylerin çok tanıdık olduğunu fark etti. Tıpkı aynada kendine bakıyormuş gibi tanıdık. Kendini izliyormuş gibi tanıdık.
İzlemeye başladığı kişinin kendisi olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. İşte fark ettiği bu noktada gizemli kendi başını çevirerek tabuta bakmaya başladı. Çevresindeki bütün duygularını görmesini engelleyen ağ kalktı ve her şeyi daha net gördü.
Umutsuzluk bütün yüzünü, vücudunu kaplamıştı. Kaybettiği bütün değerler, yaşadığı bütün acılar, yüzünde her biri birbirinden derin izler bırakmıştı. Bir leke çaresizliği anlatır biçimde sanki yüzünden kayıp gidermişçesine orada duruyordu. Bir diğeri ise mutluluğun verdiği hazzı anlatır gibi kabarmıştı. Ama kabarıklığın fazla uzun sürmeyeceği belliydi. Çok geçmeden mutluluğun sakladığı bütün acılar daha da acı verecek şekilde ortaya çıkacaktı. Kendi için üzüldü, belki de kendi kendine tiksindi. Buradan ne kadarda aciz görünüyordu, ne kadar da duygusuz kim bilir.
Kendini görmesinin bu kadar da acı verebileceğini tahmin etmemişti. Sanki duygular onu çepeçevre sarmış ve her biri vakti geldiğinde kendi silahıyla acı çektirmek için elinden geleni yapıyordu. Bu acıya daha fazla tahammül edemeyeceğinin farkındaydı. Yapması gerekeni düşündü ve acıdan kurtulmak için aklına ilk gelen şeyi yaptı, bir maske yaratmaya karar verdi. Bu maske onu insanlardan koruyacaktı, bu maske çürümüşlüğün içine kadar işlemesine izin vermeyecekti, bu maske duyguların onunla oynarken verdiği ızdıraba bir kalkan görevi görecekti ve bu maske saf kalması için ihtiyacı olan tek şeydi.
Maskeyi eline alıp takmaya hazırlanıyordu ki çevresindeki yüzlerce maskeli yüzü fark etti. Her biri birbirinden farklı onlarca maske ve bu maskenin altına saklanmış onlarca korkak yüz. Maskelerin her biri birbirinden farklı işlenmişti, hepsi birbirinden gösterişliydi. Kimileri daha ilk bakışta cezp ediyordu, kimileri masumiyetin çekiliciliğini parlak renklerle çizmişti maskesine, bazıları bu kadar iddialı değildi ama onların maskeleri fark edilmesi daha zor olanlardı.
Bu sefer gülümsemesinin yüzüne yayılmasını engellemedi ve kahkahası ölümün sessizliği içinde çınladı. Ne kadar da komik gözüküyor olmalıydı hâlbuki kendi maskesinin içinde üstelik de yeşil maskesindeki en belirgin renkti. Renkleri yeşil olsaydı belki yosunlardan farkları olmazdı diye düşündü ve eğer öyle olmuş olsalardı gerçektende, sadece görünüşleriyle bile onu eğlendirebilirlerdi.

paranoya

Hayatı her aradığımda seni buldum
Tıpkı ölümü her aradığımdaki gibi
Sana ulaşmaya çalışmadığımda
Fısıldadığını duyabiliyorum
Korkum beni ele geçiriyor
İlizyonlar
Nefes aldıklarını hissedebiliyorum
Ama sanki beni göremiyorlar
Tekrar aklımı kaybediyorum
Korkusuzum
Acımı bana geri ver
Karanlık tarafından sarılmak istiyorum
Sakinliğin huzurunu yaşamak,
Uykusuzum
Bana tadından bahset
Onun zevkini çıkar
Değersizim
Değerini onlara göster...

Yola çıkmadan önce yoğun ve gürültülü bir yağmur başlamıştı. Göl evine gitmeye karar verdiğinde gerçekleşen daha doğrusu gerçekleşmesi kesinleşen bir fırtınanın habercisiydi bu. Kararını takip eden gün başlamaya kararlı olan fırtınanın,kendisini dinlediğinden bazı zamanlarda neredeyse emin olurdu. Sadece onun kararını bekliyor olduğunu düşünürdü. Şimdi yine fırtına onu uğurluyordu. Yağmur suları karanlık caddede kelimelerin kötü bir romandan akışı gibi aşağı doğru hızla akıyordu. Nereye aktığını seçemiyordu çünkü cadde aşağı doğru bir yılan gibi kıvrılıyordu ve başını göremediğiniz gibi sonunu da göremezdiniz. Daha fazla beklemenin sadece fırtınayı şiddetlendireceğini bildiği için pencerenin kenarından ayrıldı. Perdeyi çektikten sonra elindeki mumu kapının önündeki holü aydınlatması için sol eline alıp ileri uzattı.Bu mum da fırtınanın getirdiği bir dosttu.El fenerlerini sevmezdi.En azından kendisinden başka kimsenin olmadığından emin olduğu ortamlarda.Bu sebeple kapının önüne geldiğinde mumu söndürdü ve kapının yanındaki rafa koydu.Küçük bavulunu aldı ve çantasına bir el feneriyle yedek piller koyup kapıyı açtı.Onu ilk karşılayan serin ve rutubetli hava olmuştu ki bu da kesinlikle şaşırtıcı değildi.Yakalarını kaldırıp şalını düzelttikten sonra açık çantasından şemsiyesini çıkarttı,kapıyı kilitleyip anahtarını çantasına attı,arkasını dönüp açmaya çalıştığı şemsiyesi,küçük bavulu ve hala kapatmadığı çantasıyla rüzgarda çırpınıp kamçılanarak göreceği son fırtınanın içine adım attı.
Arabası en fazla yirmi beş metre uzakta olmalıydı ama bu fırtınada ona en azından iki buçuk kilometre yürümüş gibi geliyordu. Savaşı şemsiyesi kazanmıştı ve galibiyetini kutlarcasına elinde takırdıyordu. Arabaya ilk giren de o olmuştu,oldukça hızlı ve sert de olsa.Belki önce sahibi arabaya girseydi bir anlığına oluşan o korkunç havayı solusaydı koşa koşa kaçacak ve muhtemelen uzun bir süre arabaya binmemek de dahil olmak üzere hiçbir şey yapmadan boşluğa bakıp korkunun somutluğunun ve yoğun gerçekliğinin üstünden akıp gitmesine izin vermek için sessizce bekleyecekti.Sonuç hiçbir şey yapılmamış birkaç saat de olsa oldukça hafif bir bedel olacaktı.Ama hayat buydu.Sizi zincirinizin ucundaki ilmeğe yaklaşırken uyarmazdı.Sadece yolunuzu yapardı,hepsi bu.Siz üstünde körü körüne sonunuza yürürken o da duygusuzca sizi izler ilmeğinizin boynunuzdan geçtiğine emin olduğunda da artık bir işi kalmadığında kendini boşluğa bırakıp yolculuğunuzun devamında sizi yalnız bırakırdı.Belki de bırakmaz ve diğer hayatları izlemeye devam ederdi-bunu asla bilemezdiniz.Tıpkı doğru zaman ve doğru yere göreceli olmayan kavramlar yüklemeyi başaramadığınız gibi bunu anlamayı da başaramazdınız.İşte hayatın kötü bir yanı daha-bazen bir şemsiye bile olayların,sizin olduğunuzdan çok daha farkında olabilirdi.Ve yine aynı şemsiye başına bir şey gelmediği sürece siz ilmeğinizde sallanırken arabanın arka koltuğunda yatmaya devam edebilir,mumunuz kapının yanındaki rafta durma kararlılığını gösterebilir ya da yedek piller çantanızda kalabilirdi.Çoğu zaman bunlar,hayatınızdan çok daha değersiz ve etkisiz görünebilirdi ama kesinlikle onlar savaşın asıl galipleriydi-en azından bir başkası kendi ilmeğine yürürken onları mahvetme,kırma,dökme ya da yok etme eğilimleri göstermezse.Arabaya bindiğinde elbette bunlardan hiçbirini düşünmüyordu.O somut korkudan ve sessiz ağlayışların yankılarından da habersizdi.Tek düşündüğü yol boyunca fırtınadan diğerleri kadar çok etkilenmemiş bir radyo kanalı bulmaktı çünkü kasetleri-evet kaset,oldukça geri kafalı;önce mum şimdi de kaset- holdeki küçük kutuda bırakmıştı ve şiddetlenen yağmurda geri dönmek yapmayı düşündüğü son şeylerden biriydi.Modern çağa uygun olarak geliştirebildiği ve işine yarayan tek huyu garanticilikti.Biraz daha sade bir şekilde kullanacak olursanız ona korkak da diyebilirdiniz.Korkak,tanrı yardımcısı olsun.
İlerleyebildiği yol boyunca gayet tahmin edilebilir bir şekilde herhangi bir radyo kanalı bulamadı,hayır,yağmur tabi ki azalmadı ve yine yanıldınız,hava kararana kadar ilerleyebildiği mesafe yolun tamamıyla kıyaslandığında açık bir şekilde kısaydı-bu bir romantik komedi ya da ürkütücü bir kamp hikayesi değil,sadece bir zincir üstünde gidiyoruz,kendinize gelin.- ve en sonunda bu fırtınada ilerleyemeyeceğini kendi kendine itiraf ettiğinde bulabildiği ilk motel de kesinlikle çöplerini bile dökmeye iğreneceği bir yerdi.Ama ya karanlıkta-ve fırtınada-ilerleyip kesin ölümüyle kucaklaşacaktı,ya da “garantici” bir tutum takınarak fırtına hafifleyene-“ya da hava biraz aydınlanana kadar” dedi kendi kendine- bu lanet olası motelde kalacaktı.Ve evet bu sefer doğru tahmin-motelin park alanına saptı.Aydınlatılmamış park alanının bu kadar kalabalık olduğunu tahmin etmemişti-aslına bakılırsa orada kalma cüretini gösterecek tek ahmağın kendisi olduğuna inanıyordu – ama eğer alan aydınlatılmış olsaydı da önyargı küçük ellerini gözlerinin üstüne koyacak ve “Bil bakalım bu lağım çukuruna giren tek ahmak kim?” diyecekti,sonuç olarak alana girince yine aynı şaşkınlığı yaşayacaktı-Einstein’ın önyargıyla ilgili bir sözü vardı,değil mi?-Zar zor kendine bir park yeri buldu,çantasını aldı,kırık şemsiyeye göz attı-“Bir işe yaramayacağını bakmadan da anlayabilirdim.” diye düşündü- ve dalmadan önce aldığı derin nefeslerden birini alıp ölmekte olan ıslak bir günün derinliklerine daldı.
Girişte resepsiyon olabilecek küçük bir masa,üstünde eski püskü,ıslak ve sarı yapraklı bir defter ve mürekkep akıtan bir kalemle beraber duruyordu.Muhtemelen fırtınadan dolayı kesilmiş bir telefon da masanın yanındaki duvardan sallanıyordu.Üstü başı pislik içinde olan ve o pis görüntüye yakışan bir koku yayan bir adam,masanın arkasındaki kırık sallanan sandalyeye oturmuştu-daha doğrusu sızmıştı.Öyle bir adama normal şartlarda dokunmak istemezdiniz,ama korkunç bir fırtına ve gece bileşimi kesinlikle normal şartlar tanımı altında incelenebilecek bir durum oluşturmuyordu.Ve sonuç olarak adamın en temiz yerini-sol dirseğini-hedef olarak belirledi ve hafifçe dokundu,bir dokunuştan çok bir nefese benziyordu ve bu sarhoş adamın ruhunun bile duymayacağından emindi ama adam yerinden zıplayıp panik içinde etrafına bakındı.Şişmiş gözleriyle odayı taradı,kadını görünce gözleri biraz daha açıldı ve odadaki diğer şeyler daha az ilgisini çekmeye başlamış gibi göründü.Belli ki o geceki alışılagelmişin dışında bir kalabalıktı ve adam içip uyumaya alışık olduğu için bu kadar sık uyandırılmak onu oldukça rahatsız etmişti,kendi kendine fırtına gecelerinin kalabalık olduğunu hatırlatmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu,biraz daha toparlanıp kalemi tutabilecek kadar kendine geldiğinde defteri kadına çevirdi ve kalemi eline tutuşturup çarpık çurpuk yazılarla ve mürekkeple lekelenmiş sayfada boş bir satırı işaret etti.Adını ve giriş saatini deftere kaydettikten sonra önüne itilen anahtarı alıp üç yüz on dokuz numaralı odaya yavaş adımlarla ilerlemeye başladı.Eğer işi bitmiş bir hayat onu izliyorduysa,ilmeğine çok yakın olduğunu gördüğü söylenebilirdi.
Oda tahmin ettiğinden daha temizdi-belli ki o gece yanılma konusunda göreceli bir yetenek geliştirmişti.Fırtına tekrar şiddetlenmeden önce kısa bir süreliğine hafiflemişti,serin rüzgar bulutları dağıtmış ve gümüş ışıklarıyla ayı serbest bırakmıştı.İtiraf etmek gerekirse üç yüz on dokuz numaralı oda gümüş ışıkla yıkanmışken hiç de fena gözükmüyordu-hatta davetkar bir havası vardı.Bunda muhtemelen uykusuzluğunun da payı vardı ama şimdilik odayı incelemek ona daha uygun gelmişti.Son derece sade bir odaydı,hatta boş denecek kadar sadeydi.Yine de itinayla temizlenmişti ve motelin görüntüsüyle tezat oluşturacak kadar düzgündü.Odada süs denebilecek tek şey duvardaki resimdi.Üç küçük kızın resmedildiği bir tabloydu.Üçü el ele tutuşmuş yapmacık bir neşeyle kendisini izleyenlere gülümsüyorlardı.Dikkatle bakınca üçünün de aynı kız olduğunu fark etti.Yorgun bir tebessümle küçük kızlara karşılık verdi ama yorganı üstüne çekmeden önce kızlarda onu rahatsız eden bir şeylerin varlığını kendisine itiraf etmek zorunda kalacaktı.
Rüyasında sürekli küçük kızları gördü-sivri dişleriyle ona gülümseyen ve yanık ellerini ona sallayan küçük kızları.Rüyasında kendisine el sallayan üç yansıma gördü.Rüyasında kendi küçüklüğünü gördü-hem de üç tane…
Kan ter içinde uyandığında bir rüya gördüğünün bilincindeydi-her ne kadar ne gördüğünü hatırlamasa da.Ama sebebini bilmediği bir şekilde o rüya,ona geçmişi hatırlatıyordu-sürekli olarak göl kenarında yaşadığı,annesiyle reçel yapıp babasıyla balığa gittiği,arkadaşlarıyla gece göle girdiği,raftta anlatılan korkunç hikayeleri dinleyip korktuğu günleri ve gelecekte kocası olacak daha sonra bir bisiklet kazasında ölecek olan adamla yaptığı bisiklet yarışlarını hatırlatıyordu.En çok da annesinin hanımeli kokulu parfümü aklındaydı.Fakat bunun sebebini anlamış değildi,bu hatırladıkları o küçücük bir kızken yaşadıklarıydı.Neredeyse tablodaki üç küçük kızın yaşındayken yaşadıkları…Belki de tam olarak o yaştayken…Ve tam olarak onlar gibiyken…Aslında…Onlarken…
Bu düşünce onu oldukça rahatsız etmişti.Bu rahatsızlığın birçoğu mantıklı ve hatrı sayılır birçoğu da mantıksız sebepleri vardı.Mesela;eğer kızların hepsi aynı kızsa ve kızların da hepsi kendisiyse onları nasıl tanıyamamıştı?Kendini nasıl tanıyamamıştı?Üçte üç yanılabilir miydi?Mantık ve mantıksızlık arasındaki sınır yavaş yavaş kayboluyordu.Böyle bir olay gerçek olamazdı,hayatında ilk kez gördüğü ve girdiği bir motelin duvarında kendi küçüklük resimleri olamazdı-gerçekten imkansızdı.Yeni fark ettiği ve imkansızlığından emin olduğu bir rahatsızlık daha ortaya çıkmıştı.Hayal gücü fazla çalışıyor olmalıydı-resimler hareket etmezdi.Ayrıca tanımadığınız motellerde küçüklük resimlerinizi duvarlara asmazlardı,muhtemelen sizi tanımadıkları için bu mümkün olamazdı.Hareketli resimler konusuna gelince-daha olayın ciddiyetine varamamıştı.Ama evet resim gerçekten değişmişti-çok değil,dikkat edince fark edilebilecek bir değişiklikti-kızlar ellerini bırakmışlardı.Elleri hala yan yana duruyordu,ama artık küçük parmaklar birbirine kenetli değildi.Gülümsemelerindeki yapmacık neşe de kaybolmuştu,artık ağlamak üzereymiş gibi gözüküyorlardı-yüzlerinden neşesiz bir kahkahanın gölgesi geçmişti ve şimdi ağlamak üzereydiler.Yapılabilecek tek şey vardı:tabloyu alıp moteli hemen terk etmek-hava karanlık olsun ya da olmasın,fırtına onu yoldan çıkarsın ya da çıkarmasın.
Tabloyu sarabileceği ya da içine koyabileceği bir şey yoktu-olsaydı da koyacağından emin değildi-duyduğu dehşet giderek artıyordu,canlanmış gibiydi;sanki göğsünü yırtıp dışarı çıkmak ve o da kendi dehşetini kusmak istiyordu.Odasındaki eşyalarını hemen toparladı ve eşyaları ve elindeki tabloyla üç yüz on dokuz numaralı odayı terk etti-bunu yaparken kendini hiç de yalnız hissetmiyordu,yolculuğun başlangıcındaki yalnızlık ve pişmanlık uçup gitmişti,ne de olsa yanında kendisi,o ve bizzat kendisi vardı.Bu tabloyla bir daha kendini asla yalnız hissetmeyecekti.Hayatı,onu zincirinin ucundan gözlemeye devam ederken “asla” kavramının ne kadar da göreceli olduğunu düşünüyor olmalıydı.
Motelin girişindeki alkolik görevli kendisini bile şaşırttığı açık olan bir şekilde hala ayıktı.Yüzünde anlaşılması güç bir ifade vardı-rahatlamış,üzülmüş ve neşelenmiş bir adam gibi gözüküyordu ki bu,karşısında motelinden bir tablo çalmakta olan genç bir kadını gören bir resepsiyonistin takınması gereken en son ifadelerdi.Elinden tabloyu düşürmemek için çaba harcayan kadın-elleri ter içindeydi- herhangi bir tepkiyle karşılaşmadığı için şaşkındı ama fırsatı değerlendirip kapıya hızlı adımlarla yürümeye başladı.Kapıyı açıp dışarı çıkarken kapının gıcırtısından başka bir ses daha duydu,resepsiyonist derin bir iç çeker gibi fısıldamıştı:”Büyüyünce çok güzel olacağını biliyordum,seni çok uzun zamandır bekliyordu.”
Tabloyu bagaja koyarken bir şey onu tabloya bir kez daha bakmaya zorladı.Beklediği şeyi görmüş olsa da şaşkınlık onu vurmuştu.Tablo yine değişmişti,kızlar artık açık açık ağlıyorlardı-kızlar kan ağlıyordu.Kırmızı damlalar yüzlerinden pürüzsüz boyunlarına doğru kayıyordu.Kızlardan bir tanesi-“kendimden bir tanesi” diye düşündü dehşet içinde-yanık elleriyle gözlerini kapatmıştı.Bir diğeri-yine yanık elleriyle-ağzını kapatmıştı.Diğerinde bir farklılık vardı,elleri yanık değildi ya da henüz yanmamışlardı.Kanlı dudakları acıyla çarpılmıştı ve ellerinden biriyle durmasını diğeriyle de önlerinde durdukları ve şimdi fark ettiği yolun gerisini işaret ediyordu.Yol ona tanıdık geliyordu ama o anda bunu düşünecek durumda değildi.Tabloyu sinirle bagaja fırlattı ve acıyla irkildi.Eli kan içindeydi ve ağlıyordu-“ya da kan ağlıyorum” dedi kendi kendine-ve tabloyu çıkarıp baktı,kan her yere bulaşmıştı.Anlamadığı bir şekilde kızlar onun kanını ağlıyordu,kızlar zaten benim dedi tabloyu fırlattı,lanetler okuyup ağlarken ve eli kanarken fırtınaya ve karanlığa aldırış etmeden bagaj kapağını çarpıp ön kapıya yöneldi.
Yol boyunca ne yaptığının farkında bile değildi,yaşadığı dehşet,şaşkınlık,panik ve inanmazlık onu hissizleştirmişti.Ya da hisleri o kadar yoğunlaşmıştı ki vücudu onu korumak için bir şeyleri devre dışı bırakmıştı.Ve yine anlamadığı bir şekilde motelden ayrıldığından beri kocası aklından çıkmıyordu,sevgili ölü kocası.Küçüklüğünden beri aşık olduğu adam bu yol üzerinde bir yerlerde çok sevdiği bisikletiyle bir kamyonun altına girmeden önce oldukça mutlu bir hayatı vardı-iki yıllık evlilerdi ama aslında yıllardır beraberlerdi.Kocası-artık yaşamayan kocası- kendisinden bir yaş büyüktü-ya da yaşasaydı öyle olacaktı- ve yanlarındaki evde yaşıyordu.Aileleri oldukça iyi dostlardı ve sık sık görüşürlerdi.Kısacası beraber büyümüşlerdi ve başlangıçta şaka olan çocukluk aşkları büyüdükçe gerçeğe dönüşmüştü.Kocası üniversite için ayrıldığında bir daha görüşemeyecekleri hissi içini kaplamıştı ve ondan bir bağlılık göstergesi istemişti,kocası da ona bir yüzük vermişti ama asıl bağlılığını evlendikten sonra vereceği bir hediyeyle ispatlayacağını söylemiş ve ölene kadar yapacağı mesleği için kasabayı terk etmişti.Döndüğünde hemen evlenmişlerdi ve mimar olan kocası eski evlerinin tam karşısına-her ikisinin eski evlerini ortalamıştı,bunun daha adil olacağını söylemişti- kendi çizdiği harika bir ev yaptırdı.Oldukça büyük bir evdi,harika bir manzaraya sahipti ve her ikisinin de kafalarını dinleyip istediklerini yapabilmeleri için ikisine de alan sağlıyordu-kocası bunu itinayla planlamış ve çizmişti.Bu kadar büyük bir evin bir ayda bitirilmesine inanamamıştı ama kocası çizimleri mezun olmadan önce yaptığını,bütün alt yapının önceden hazırlanmış olduğunu ve inşaatın da aslında yaklaşık olarak sekiz aydır devam ettiğini ve o da üniversitede olduğu için bundan haberi olmayacağını ve ona büyük bir sürpriz yapabilmek için bu yola baş vurduğunu itiraf etmişti.Ne de olsa her ikisinin aileleri de artık orada yaşamıyordu ve sürprizi bozmaları mümkün değildi-bu fikir ona güven vermişti ve karısına yapacağı sürpriz onu çok mutlu ediyordu.Evli olarak geçirdikleri iki yıl çok güzeldi.Bir gün kocası üniversiteye gitmeden önce kendisine vermiş olduğu sözü tutmanın vaktinin geldiğini söyledi.Bu sürprizin çizimi için çok uğraştığını söylemişti-mesleğiyle ilgisi olmadığı için onu çok uğraştırmıştı ve hislerini ifade etmesini sağlaması için sarf ettiği çaba normalde harcayacağından iki kat daha fazlaydı.Onu getirmesi için şehirdeki atölyesine gidip alması gerekiyordu ve tabi ki arabayla değil,küçüklük tutkusu olan bisikletiyle gitmeye karar vermişti.Karısını öpüp gelebileceği en çabuk şekilde geri geleceğinin sözünü verdi ve bisikletine binip uzaklaştı.İşte bu kocasını canlı olarak son görüşüydü.Şehirden dönerken bir kamyonun altına girmişti,kamyonun şoförü,bisikletlinin-kocasının-elinde kağıtlara sarılı bir şey taşımakta olduğunu,onu tutmaya çalışırken dengesini kaybettiğini ve motelin biraz ilerisinde kamyonun altına kaydığını söylemişti.Şoförün tarifinden kocasının elindekinin bir tablo ya da pano olduğu anlaşılıyordu ama polis, kaza sonrasında etrafta kesinlikle tariflere uyan bir panonun veya tablonun bulunmadığını,kamyon şoförünün muhtemelen yorgunluktan ve olayın şokundan hayal gördüğünü bildirmişlerdi.Kadın o günden sonra göldeki evden ayrılıp şehirde bir eve taşınmıştı.Göl evini satmamıştı,çünkü geçmişle ve kaybettikleriyle tek bağlantısı oydu,kazadan sonraki hariç her ilkbahar aksatmadan oraya gitti.Her ilkbahar kocasının ona olan bağlılığının ispatına kocasını kendisinden aldığı için lanet etti.Bununla birlikte bu “ispatın” nerede olduğunu,nereye kaybolduğunu ve var olup olmadığını daima merak etti.Kocası her zaman resme meraklıydı,hep tablolar yapardı ama bunları genelde şehirdeki atölyede bıraktığı için kadın bir tanesini bile görmemişti.Bir şekilde kamyon şoförünün söylediklerine inanıyordu,kocasının konuşmalarıyla şoförün söyledikleri örtüşüyordu,ama bir tablo o kazadan sağlam çıkmış olamazdı,olsa bile bildiği kadarıyla tablolar kaçamazlardı-tabi aslında değişemezlerdi de…
Yolculuğun kalan kısmı zor geçmişti,fırtına kesinlikle hızını kesmemişti ve bulutların karanlığı güneşin cılız ışıklarını daha da matlaştırıp engelliyordu.Yolculuğunun sonuna gelmekte olduğunun farkındaydı-göl evi artık sadece on beş dakikalık mesafedeydi.Aklı tablodaydı.Neler olduğunu çözmeye çalışıyor ama hiçbir şeye mantıklı bir açıklama getiremiyordu.Aklında sürekli kendisinden vaktinden çok önce alınan kocası vardı.Sadece o ve onun gizemli hediyesi…
Göl evinin girişindeki yokuşa gelince tablodaki yolun neresi olduğunu anladı-“Zaten en başından beri biliyordum” diye itiraf etti kendine.Tablo burayı resmediyordu.Kendisi onu buraya gelmekten alıkoymaya çalışıyordu.Ama o kendisini dinlemezdi-hiçbir zaman dinlememişti ki.Bu küçük üç maymunu neden dinlesindi?”Zaten artık çok geç” dedi ve anahtarı çevirip arabayı yokuşun altında bıraktı.Soluduğu hava,sonuncusu olacaktı.
Yokuşu yavaş yavaş tırmanmaya başladı.Göl evi bütün heybetiyle karşısındaydı.Kırgın,sadık,unutulmuş bir metres gibiydi-değişiklik istediğinizde ne kadar süre geçmiş olursa olsun buruklukla kollarını size dolardı.Eve karanlıkta giremeyeceğini fark etti-korkuyordu hatta delicesine korkuyordu,titriyordu.Lanet evin kapısını açmadan önce yan taraftaki şalterleri kaldırması gerekiyordu.Ana patikadan çıkıp çalıların arasından evin yanına ilerlemeye başladı.Tam o sırada gözünün ucuyla bir hareket gördü,bir gölge gibiydi ve bir esinti gibi geçip gitmişti.Tuhaf bir biçimde bu sessiz hareket midesini bulandırmış,içindeki dehşeti büyütmüştü-sanki mümkünmüş gibi.Adımlarını hızlandırdı ve şalterlerin bulunduğu tarafa neredeyse koşarak ve sürekli arkasında bir hareket gözeterek vardı.Nefes nefeseydi,ter içindeydi ama titriyordu.Öğürmeye başladı ve son bir gayretle şalterlere uzandı.Şalteri yukarı kaldırırken aniden küçük çaplı bit patlama oldu,çığlık atıp geriye kaçmaya çalışırken ayağı kalın ve kurumuş bir köke takıldı ve olanca ağırlığıyla yere düştü.Her yanı ağrıyor ve acıyordu.Ellerindeki yanıkların mı yoksa alnındaki derin yaranın mı daha çok acıdığına karar veremiyordu.Lanetler ederek ve ağlayarak ayağa kalkmaya çalıştı,Kan alnından ılık ılık akıyordu.Midesini bulandıran bu sıcaklık arkasından gelen hışırtıyla yerini başka bir hisse bıraktı-ölesiye korkuyordu,midesi düğümlenmişti.Arkasına döndüğünde otuz adımlık bir mesafede şekilsiz bir gölge gördü,gölge azimle ona doğru geliyordu.Yanıklara ve kana aldırmadan toparlandı biraz sendeledikten sonra toparlandı ve istemese de eve doğru topallaya topallaya koşmaya başladı.Asıl düşüncesi arabaya geri dönüp buradan defolmak ve bir daha asla geri dönmemekti.Tablonun da yolda icabına bakabilirdi.Evine döner ve tüm bu felaketi birkaç haftada tamamen aklından uzaklaştırabilirdi.İşlerine yoğunlaşır ve bu kabusu sonsuza dek silebilirdi.Ama o gölge tam da planlarıyla,düşündüğü sakin sonla arasında duruyordu.Kabusla normal hayatın ortasındaki bir setti ve o setin çevresinden dolaşmak için yeterli cesareti yoktu.Arkasına bile bakmadan koştu ve kapıya vardı.Tam o anda anahtarları arabada bıraktığını hatırladı.Donup kalmıştı.Alnından akan kan görüşünü kapatıyordu.Umutsuz bir andan ve duraklamadan sonra şansını denemek için elini kaldırdı ve kapıyı itti.Kilitlediğinden emin olduğu kapı hafif bir gıcırtıyla geriye savruldu.Gıcırtı ve arkadan gelen hışırtı onu uyandırdı,ağır akan zaman zamkından kurtardı ve dünyaya geri getirdi.Can havliyle kendini içeri attı ve kapıyı çarptı.Kapıya yaslanıp histerik bir şekilde titremeye,ağlamaya,nefes almaya başladı.Bu arkasından gelen tıkırtıyı duyana kadar devam etti.Karanlıkta durup sesleri dinlerken tablonun o anda neyi resmettiğini merak etti ve el fenerlerine,mumlara ve şemsiyelere lanet etti.Korkuyla yavaş yavaş-neredeyse bir ömür kadar bir sürede- arkasına döndü ve şekilsiz gölgenin bir cisme kavuşmuş olduğunu gördü-daha doğrusu yakından bir şekli varmış gibi duruyordu.Gözleri karanlığa alıştığında hayatında yaşamadığı bir dehşet dalgası vücudunu sarstı.Atamadığı çığlığı göğüs boşluğunda yankılandı.Ölü kocası karşısında duruyordu ama artık eskisinden çok farklı olduğunu bir kör bile görebilirdi.Tek kolu yoktu,kafasının yarısı acımasızca yerinde duruyor ve belki daha da acımasızca diğer tarafın yokluğunu vurguluyordu.Sol göz yuvası ve üst kısmı yoktu,diğer gözü de kemiğin üstüne tutturulmuş gibi tekinsizce yerinde duruyordu.Sağ kolu kopmuştu,sol kolu ise olmaması gereken bir açıdaydı,etleri çürümüştü ve çevreye bir cesedin kokusundan çok daha korkunç bir koku yayıyordu:çürümüşlüğün ve unutulmuşluğun kokusu.Ama işi asıl kötüleştiren hastalıklı bir özlemin kokusuydu,sağlıksız bir aşkın kokusu…Terkedilmişlik beldesinde çürüyen bir kocanın kokusu…
Koku burnuna doldu,dehşet kalbine ve inanmazlık da beynine…Eskiden kocası olan bu “şey” kırık kolunu sağlam bir kolmuş gibi düzgünce ona doğru uzattı ve kemikli-ve bölgesel olarak etli-elleriyle bileğini yakaladı.Artık acının farkında değildi ve kaçamayacak kadar yorgundu.Eğer daha sonra bir kaçma fırsatı olacaksa bunu değerlendirmek için enerji toplamak ve sakinleşmek,bazı şeyleri hazmetmek zorundaydı.İşte tam da bu sebeple bu kemikli elin rehberliğini kabul etti ve ölü olmayan kocasının kullandığı odaya ölü kocasının eşliğinde girdi.Oda ikinci kattaydı,kocası hayattayken bu odayı çalışma odası olarak kullanırdı.Camlar yandaki koruluğa bakıyordu.Odanın en ucundaki cam ise yan odanın-misafir yatak odası-balkonuna çıkıyordu,o balkon da direkt olarak göle bakıyordu.Oda şu anda çok farklıydı,kocasının ölümünden sonra bu odaya sadece kendisi girmişti ve kocasının ölümünü nispeten sindirdikten,kabullendikten sonra odayı temizlediğinde bu odayı kesinlikle böyle bırakmadığından emindi.Zaten bir daha da odaya girmemişti.O bu odayı bıraktığında içeride bir dolap birkaç karton kutu ve bir koltuk vardı.Şimdiyse oda boştu.Karşı duvarda eski bir ayna vardı,bu aynayı daha önce hiç görmemişti ama kendi görüntüsünü de daha önce hiç böyle görmediğinden emindi.Yüzünde renk kalmamıştı,alnında çok derin bir yara vardı,yaradan kan akıyor ve gözyaşlarıyla birleşip çenesine doğru birer yol oluşturuyordu.”Kan ağlıyorum” diye fısıldadı ve bu fısıltı şaşkınlık ve dehşet dolu bir iç çekişle son buldu.Aynanın yanında bir tablo asılıydı.Bagajında duruyor olması gereken bir tablo.”Bu üç küçük maymun gezmeyi gerçekten de seviyor olmalı”diye düşündü çılgınca bir an ve yüzü delice bir gülüşle gerildi.Tekrar aynaya baktığında delilik sınırında olduğunu fark etti ve bulunduğu noktanın kaçması için ideal nokta olduğunu fark etti.Biraz çılgınlık ona cesaret ve güç verebilirdi.Sağ tarafına döndüğünde bomboş odanın ortasında bir tuval ve bir sandalye gördü.Elden kurtulduğu için rahatlamıştı,o kemik elin kendisini bırakmış olduğunu daha yeni fark etmişti.Oysa muhtemelen odaya girdiğinden beri onu tutmuyordu.Ağır adımlarla topallayıp sendeleyerek sandalyeye doğru ilerledi.Sandalyenin yan tarafına dayanmış bir tablo vardı.Tabloya uzandı ve gördüğü karşısında bir çığlık attı.Tablo,asla görmek istemediği bir sahneyi resmediyordu.Zaten bu sahneyi görmemişti de.Kocasını daima aşık olduğu adam gibi hatırlamak istediği için kaza yerine gitmeyi reddetmişti.Teşhis yapması gerekmemişti çünkü kocasının kimliği üstündeydi.Ama şimdi o korkunç sahneyi tüm dehşetiyle görüyordu işte.Kocasının sevgili bisikleti paramparça bir şekilde ileride duruyordu.Kocasının paramparça vücudu kendi kanıyla oluşan gölün ortasında yatıyordu.Sağ kolu birkaç metre ilerideydi.Başının yarısı yoktu ve tanrı bilir neredeydi.Diğer kolu garip bir açıyla kıvrılmıştı.Bacaklarındaki deri pantolonuyla birlikte sıyrılıp çıkmıştı,kan her yerdeydi.Sevgili kocası tek başına orada kendi kanlarıyla çevrelenmişti ve yapayalnızdı.Tabloyu yere koydu ve sandalyeye dayanıp öğürdü.Kanlı gözyaşları yanaklarından akıyordu.Suçluluk içine tüm ağırlığıyla oturmuştu.Kocasını tonlarca ağırlıkta bir kamyonun altında yapayalnız bırakmıştı.Suçluydu.Vicdan azabı arkasından gelen gıcırtılı sesi duyana kadar üstüne çöken bir sis gibiydi.Bu sis o sesle birden yok olmuştu.Bay Kemik-el’in sözleri gecenin karanlığını doldurdu.
-İnsanın kendi resmini çizmesi çok zor hayatım.Hele böyle trajik bir sahneyi.Üstelik kolum da bu konuda bana hiç yardımcı olmadı.Oysa sana hediye olarak yaptığım o tablo çok daha farklıydı.Sana üç maymunu anımsattı değil mi sevgilim?Seni oldukça iyi tanıdığımı kabul etmeliyiz.
Hala sandalyeye dayanıyordu arkasını dönüp onu görecek gücü yoktu.Olduğu yerden sordu.
-O lanet resim nasıl hareket ediyor?
-Ah hayatım,hareket etmesini planlamamıştım gerçekten ve nasıl olduğuna gelince.Sen hiç illüzyonunu perde arkasını mesleğinin zirvesindeyken açıklayan bir sihirbaz gördün mü?Yeteneklerime biraz saygı duymalısın.
Sakat ayak sesleri sandalyenin diğer tarafına doğru ilerlemeye başladı.Bay Kemik-el sevgili karısının yüzünü görmek için sandalyenin diğer yanına dolanıyordu.Bu onun son fırsatıydı,önüne dolaştığında son gücüyle odanın diğer ucuna koşacak ve göle bakan balkona açılan camdan balkona geçecekti.Bunu başardıktan sonra göle atlamak tek seçeneği olacaktı ve bu yaratığın yüzemeyeceği inancı tüm benliğini kaplamıştı.Adımları dinledi,gözleri kapalıydı.Sesi önünde duyduğu an gözlerini açtı,paramparça ayakları gördü ve sandalyeyi ayaklarına ittirip tüm gücüyle cama doğru seğirtti.Cama çok yaklaşmıştı.Kollarını uzattı,yanık ellerini gördü ve o ellerle camı açmaya çabaladı.Başarmak üzereydi.cam açılmıştı,tek yapması gereken kendini dışarı çekmekti.Yapabilirdi,yapmak üzereydi…Ayak bileğinde kemik eli hissetti.Bu el güçlüydü,kadını yere düşürmeye yetmişti.Ayağındaki acıya tahammül edemiyordu,muhtemelen burkulmuştu.Bay Kemik-el sakat sol koluyla karısını saçlarından yakaladı ve ayağa kaldırdı.Şimdi yüz yüzeydiler.Çürümüşlüğün kokusu ağır bir dalga halinde yüzüne çarptı.Her yeri acı içindeydi ama en dayanılmazı korkuydu.
-Benden kaçman anlamsız hayatım,seni çok özledim ve çok uzun zamandır bekliyorum.Sensiz çok korkuyorum.Sen acımı çalıyorsun,bunu bilmiyor musun?
Bu gıcırtılı ses duyduğu son ses,bu delice cümle ise duyduğu son cümle oldu.Güçlü sol el kadının boynunu büyük bir kolaylık ve hızla ters yöne çevirdi.Yüksek bir çıtırtı gecenin sessizliğini bozdu ve geceyi doldurdu.Kadının cansız vücudu tüm ağırlığıyla tozlu zemine çarptı.Bay Kemik-el kadını sandalyeye doğru sürükledi ve kısa bir mücadeleden sonra sandalyeye oturttu.Kadının kırık boynu bez bir bebeğinki gibi sandalyeden sarkıyordu,yanık elleri yanına düşmüştü,acıyla çarpılmış bembeyaz yüzünde ise kanlı şeritler vardı.Artık bir kemik yığınından başka bir şey değildi.Eskiden sevgili bir koca olan bu yaratık,ağır ağır tuvalin arkasına geçti ve fırçayı sakat eline büyük bir ustalıkla aldı.
-Her zaman beraber olmalıydık hayatım.Bizden çalınan yılları telafi etmek için bir tablonu yapacağım.Şimdi sakın kımıldama sevgilim.Çok güzelsin.Ve artık daima benimlesin…
Bu sözler karanlık gecede yankılandı.Bu yankıyı fırçanın hışırtısı boğdu.Bay Kemik-el bir kemik yığınının resmini çizerken işi biten bir hayat,eski sahibi zincirinin ucundan sallanırken arkasını döndü ve etrafta eğlenceli bir şeyler aramaya başladı.Duvardaki tabloda üç küçük kız yerde yatıyordu.Artık üçünün de elleri yanıktı,üçü de kan ağlıyordu.Birinin gözleri,birinin kulakları,birininse ağzı acımasızca dikilmişti.Üçü de boş bir odada yatıyordu.Son nefeslerini az önce vermiş olmalıydılar.Ve iki kat aşağıda,dışarıda,yokuşun sonundaki bir arabanın ön koltuğunda hala bir şemsiye yatıyordu.Kırık,sahibi olmayan bir şemsiye…

Sedna (roman)

BÖLÜM-1

Atını yavaşça ağaca bağladı.
Sonra her zaman yaptığı gibi gözlerinin içine bakıp yavaşça başını okşadı ve alnına bir öpücük kondurdu. Derinden ve sakinleştirici bir öpücüktü bu. Sonra kendine bir tepecik buldu ve ona doğru ilerlemeye başladı.. Yürüyüşü yavaş ve bir elfin ki kadarda alımlıydı. Uzaktan gören biri onu narin ve kırılgan olarak tanımlayabilirdi. Ama yılların bedeninde açtığı yaralar ki bu yaraların çoğu savaşlarda açılmıştı, kalbinde de iz bırakmıştı.
Çoğu zaman avını ele geçirmek üzere olan bir griffon kadar kararlı gözükürdü. Yüzünde karşısındakini ele geçiren onu ezen ve karşı konulmaz yapan bir bakış vardı. İnsanların onun hakkındaki görüşleri onu uzaktan görüp kazandıkları ve onunla konuşup kazandıkları şeklinde ikiye ayrılabilirdi ve bu iki görüş arasında dünyalar kadar fark vardı.
Her zaman kendine güvenmişti. Gücünün farkındaydı. Sıradan bir insan değildi. Dahası Onun için sıradan bir insan yoktu sadece gücünün farkında olmayan insan vardı. O bunun farkındaydı ve gücünü sonuna kadar kullanıyordu.
Kolaylıkla bir erkeği baştan çıkarabilecek bir güzelliğe sahipti. Saçları dalgalı ve uzundu. Güneşin sarısını ve gecenin siyahını saçların da taşıyordu. Her gün birbirleri üzerine üstünlük kurmaya çalışan bu iki güç onun saçlarında adeta barışın zarafetini herkese gösteriyordu. İfadesinin beklide odak noktası gözleriydi. Çünkü bütün gökyüzünü adeta gözlerinde hapsetmişti. Derin ve masmavi gözlerinin etrafını her zaman siyaha boyardı.
Dolgun sayılabilecek dudaklarıyla bir yudum su içti ve gözlerini çocukluğunun geçtiği yere iduna çevirdi.
“Tıpkı tahmin ettiği gibi” diye mırıldandı kendi kendine, idun, çocukluğunda hatırladığı idun değildi. Çok değişmişti. O sokakları çamurlu ve tozlu hatırlıyordu. Çoğu zaman bakımsız evlerin karşılıklı birbirlerini selamladığı dar sokaklardı. Ama uzaktan görebildiği kadarıyla bütün sokaklar taşla döşenmişti ve evler yıkılıp yerlerine çok daha sağlam büyük binalar yapılmıştı. Şehrin ortasındaki meydanda ise idun halkının birleşerek el birliğiyle yaptırdığı beyaz kralın heykeli heybetle yükseliyordu.
Beyaz kral bütün halkları bir araya toplamayı başarmış tüm endoryanın sevgisini kazanmış bir kraldı. O gelmeden her zaman endoryanın bir yerlerinde birileri arasında savaş olur birileri kazanır birileri kaybederdi. “ben herkesin kazanmasını istiyorum” demişti tahta geçer geçmez. Bunu da başarmıştı. 10 yıl içinde bütün endorya gözle görülür şekilde zenginleşmiş ve refaha ermişti. Halk onun sonsuza kadar kendilerini yönetmesini istiyordu. Görüldüğü kadar da bunu istemelerinin bir sebebi vardı.
Bu onun hatırladığı idun değildi. O bırakıp gittiğinden beri tıpkı kendisi gibi şehirde çok değişmişti. Çocukluğunun şirin kasabası idunun yerinde gelişmiş, ayaklarının üzerinde duran tıpkı kendi gibi ergen bir idun duruyordu.
İçinden ikisinin birden çocukluğa dönmesini hayal etti. Gözlerini kapadı, idunun sokaklarında koştuğunu gördü. Bütün dünya sanki onun etrafında dönüyor sanki onu eğlendiriyordu. Çevresine gülücükler saçan güzel kız gözlerini tekrar açtı. Ama ne kendisi nede idun hayallerindeki gibi değildi. Gözlerindeki özlemi sildi ama kalbindeki sonsuza kadar kalacaktı.
Sedna geri döndü ve atının iplerini çözdü. Tekrar atının alnına o huzur veren öpücüğü kondurduktan sonra atına bindi. Ve sırtında anılarıyla iduna doğru ilerlemeye başladı.
İduna girdiğinde tahmin ettiği gibi kimse onu tanımamıştı ama güzelliği karşısında kimse ona bakmadan yoluna devam edemiyordu. İdun gelişse de hala çok büyük bir kasaba değildi. Kasabaya giren yabancılar fark edilirdi ama eskisi kadar değil. Fakat böyle bir güzellik kasaba da ilk defa görülüyordu. İnsanlar ona önce hayranlıkla sonra ise çekingenlikle bakıyordu. Sedna koyu mavi, vücudunu ortaya çıkaran bir cüppe giyiyordu. O bir büyücüydü ve insanlar beyaz büyücüler hariç ki bunda beyaz kralın etkisi büyüktü diğer büyücülere çekinceyle bakıyordu.
Beyaz büyücüler kendilerini ışığa adadıklarını göstermek için beyaz cüppe giyiyorlardı buda insanların onlara daha fazla sempati duymasına sebep oluyordu. Sedna bunun rahat etmek için uydurulmuş bir yalan olduğunun çoktan farkına varmıştı. Hem de İlk büyüsünü yaptığından beri. “Bir büyücünün en büyük açlığı ışığa ya da sevgiye değildir” demişti shalafisi ona “ bir büyücünün en büyük açlığı büyüyedir”.
İduna dönmesinin sebebi de işte bu shalafisiydi. Çünkü büyücü ustasını bir düelloda yendiği zaman gerçekten saygı görmeye başlıyordu. Sedna ustasını çok seviyordu, ona çok şey borçluydu ve bugün onu yenmek için iduna gelmişti. Kararlıydı ve bunu başaracaktı.
Değişen idunda değişmeyen birkaç şeyi görmek hoşuna gitti. İnsanlar hala çevresindekileri tanıyordu ve ustasının evini bulmakta bunun için pek sürmedi. Ustasının evi hala hatıralarında kaldığı gibiydi. Sedna ustasının gücünü kapıdan hissedebiliyordu. Ama bu konuda yalnız değildi -ustası o kapıya elini uzatırken kapıyı açtı. Önce bir sessizlik hâkim oldu. Sonra sedna sessizliği bozmaya karar verdi.
“ usta ketzalkoatl” dedi hararetle “ beni tanıdınız mı?” gözleri her zamanki gibi yüzüne değil karşısındakinin ruhuna bakıyordu.
“ tanıdım genç bayan “ diye karşılık verdi ama şaşırmış gözüküyordu. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu ve bu kadar güçleneceğini tahmin etmesine rağmen karşısında durmak heyecan vericiydi.
“ içeri gelsene diye devam etti “ elini davetkâr biçimde havaya kaldırarak “ anlatacak çok şeyin olmalı “ artık heyecanını bastırmıştı.
“memnuniyet duyarım shalafim” diye cevap verdi sedna içeriye doğru adımını atarken.
“sanırım shalafin olarak son saatlerimi yaşıyorum genç bayan” diye devam etti. Yüzündeki gurur okunabiliyordu ama sedna gururun yanında bir anlık üzüntü yakaladığını da düşündü ama o tekrar bakana kadar ifade kaybolmuştu.
Endoryada her büyücü hayatı boyunca kendine sadece bir tane çırak kabul ederdi. Çırağı her büyücü için çok önemliydi. Çünkü çırağının başarısı ustasının başarısı sayılırdı. Çıraklar Ustasını yenene kadar çırak olarak kalmaya devam ederdi. Ustasını yenen bir çırak artık gerçek bir büyücü olur ve oda kendine çırak alabilirdi.
Bir çırağın ustasını yenebilmesi uzun zaman alırdı. Genellikle insan yaşıyla bu kırklı yaşlara tekabül ederdi. Sedna daha yirmili yaşlarının başındaydı ve daha bu yaşta ustasını yenebilen bir çırak çıkmamıştı. Sedna kendine güveniyordu gücünün farkındaydı. Ama fark etmesi gereken kibrini yenmeliydi.
Beraber evin salonun oturdular. Sedna ustasının verdiği onun favorisi olan karışık çayı yudumlarken bütün keyfi yerine gelmişti. Yeniden burada olmaktan mutluydu. Ustasının yanında kendini güvende ve sorunsuz hissediyordu.
Daha sonraki saatler boyunca birbirlerini görmedikleri yıllar boyunca neler yaptıklarını anlattılar. Sedna hocasının da izniyle dışarıdaki kendisinin bilmediği dünyayla yüzleşmek için 5 yıl önce idundan ayrılmıştı. Gidişi daha dün gibi aklındaydı. Daha 20li yaşarına gelmemiş bir çocuk olarak ayrıldığı bu eve yetişkin bir birey olarak 5 sene sonra geri dönmüşte. Hem de hocasını yenmek içindi bu dönüş.
Kendime çok fazla güveniyorum diye düşündü. Midesinde bir bulantı hissetti. Daha çok gençti ve endoryanın en güçlü büyücülerinden birini yenmek için geri dönmüşte. Yılların birikimini bu kadar sürede yenmenin kendine birden çok komik geldiğini fark etti. Korktu ama korkunun onu engellemeyeceğine dair ettiği yemini hatırladı. Sonra bütün korkusunu içinden sildi ve kararlı ifade yüzüne geri döndü.
Ketzalkoatl onu daha çocukken yanına çırak olarak almıştı. Ondaki güce olan açlığı fark eden ilk kişi değildi ama onu doyurabilecek tek gücün büyü olduğunun farkına varan ilk kişiydi. Çırağının o olmasına daha ilk karşılaşmasında karar vermişti ve öylede yaptı.
Sedna babasını çocukken kaybetmişti. Babası bir gün evden çıkmıştı ve bir daha geri gelmemişti. Herkes öldüğünü düşünüyordu. Öldüğünü düşünmeyen tek kişi annesiydi. Onun varlığını geceleri hala hissedebiliyorum diyordu. Ama annesi de yalnızlığa daha fazla dayanamamıştı. Bir gün uyandığında sedna onu yatağında ölü olarak buldu.
Daha sonraki yıllarda ketzalkoatl’ın yanında yaşamaya başladı. Bütün gününü büyüyle uğraşarak devam ettiriyordu. Ketzalkoatl ona verebileceği her şeyi veriyor ama her geçen gün sednanın gözlerindeki açlığın büyüdüğüne şahitlik ediyordu. Sednanın dışarı dünyayı tanımak istediğinde onu engellememesinin tek sebebi gördüğü bu açlıktı. Ayrıca onu durduramayacağının da farkına çok önceden varmıştı.
Sednanın Ketzalkoatl’ı sevmesinin beklide sebeplerinden biri onu baba olarak görmesiydi. Ona baba şefkatini ketzalkoatl vermişti. Ona bu dünyada herkesten daha fazla saygı duyuyordu. Ama şimdi onu yenmeye gelmişti. Başarmalıydı. Bunca yıldır bunun için çalışıyordu.
Ayrı geçen yıllarda neler yapıldığı öğrenildikten sonra sedna artık istediği konuya gelmişti. Sedna ağzını açıp buraya düello için geleceğini söyleyecekti ki ketzalkoatl onu durdurdu.
“ biliyorum sedna “ başını anlayışla salladı. “ buraya benimle düello için geldin.” Şimdi dosdoğru sednaya bakıyordu. Sedna onun ruhunu okuduğunu fark etti. Kendini cam bir vazo gibi hissediyordu. Bakıldığında içindeki her şey gözüküyordu. Midesi bulandı ama bu defa korkunun kendisine gelmesini beklemeden kendini toparladı.
Dosdoğru ketzalkoatl’ın gözlerinin içine bakmaya başladı. Ketzalkoatl bu gözlerde bütün evreni gördüğünü fark etti. Bu gözlerde açlık vardı, hırs vardı, kibir vardı. Bu gözler itaatkâr değildi, bu gözlerde hapis olduğunu sandı. Ketzalkoatl gücü gördü, gücün büyüklüğü karşısında irkildi. Güçlü bir büyücüydü, şimdiye kadar birçok güçlü büyücü görmüştü ama hiçbirisi kanını bu kadar dondurmamıştı.
Kendinin bir an donduğunu sandı kendine buzun içinden bir yol açtı ve gülümsedi. Bu gülüş içini ısıttı. “ düellonu kabul ediyorum sedna” dedi gülümsemesi sednanın da içini ısıtmıştı.” Ama düello yarın olacak” diye de hızlıca ekledi. Sedna bir an hayal kırıklığına uğradı ama bu kadar zamandan sonra 1 günün fazla bir şey ifade etmeyeceğinin de farkına varmıştı.
“sizinle bu anı yaşamak ömrüm boyunca unutamayacağım bir anı olarak benimle kalacak “ dedi , elini Ketzalkoatl’a doğru uzatarak. Yüzünde mutluluk ve hocasına duyduğu saygı vardı.
“ o şeref bana ait sedna “ dedi elini sıkarken ketzalkoatl “ senin gibi bende yıllardır bu anı bekliyorum ve bence de unutulmayacak bir anı olacak” yüzünde düşünceli bir ifade vardı ama hemen sonra kayboldu.
“şimdi odama çekilmek istiyorum sedna” dedi “ benim için yeteri kadar yorucu bir gün oldu “ arkasını dönmüş odasına doğru ilerliyordu. “odan hala bıraktığın gibi seni bekliyor” arkasını döndü ve şefkatle sednaya baktı.sedna onun Yüzünde bir babanın kızını uğurlarken takındığı ifadeyi gördü. Bir damla gözyaşı gördüğünü zannetmişti ki ketzalkoatl hızla arkasını döndü. “odanın yerini bulabilirsin sanırım “ sednanın duyduğu son söz bu olmuştu.
Sedna ne diyeceğini şaşırmıştı. Boğazı düğümlenmişti. Sonra kararlı ifadesini takındı yarın kazanması gereken bir düello vardı ve bu onun kaybetmesi için yapılan bir oyun olabilirdi. Sedna bunun mümkün olamayacağını biliyordu ama bunu kendine bu sefer itiraf etmeyecekti.
Odasına doğru yürüdü. Kapının önüne geldiğinde içeri girmek için önce tereddüt etti sonra kapıyı açtı. Oda büyücünün de dediği gibi o bıraktığı haliyle duruyordu. Hiçbir şey değişmemişti. Sednanın içi burkuldu ve o merdivenden yukarı çıkarken birkaç söz edemediği için kendini suçlu hissetti. Ama fazla sürmeden çocukluk hatıralarına ve odasına kendini bıraktı.
Gözlerini açtığında sabah olmuştu.
Doğruldu ve gökyüzüne doğru baktı. Güneş daha en tepeye ulaşmamıştı. Uzun zamandır bu kadar rahat bir uyku geçirmemişti ve bunun için minnettardı. Yatağından kalktı ve itinayla gece mavisi cüppesini giydi. Kapıyı sessizce açtı ve salona doğru ilerledi.
Salona geldiğinde Ketzalkoatl’ı bir takım kâğıtlarla meşgul olurken gördü. Onu fark eder fark etmez ketzalkoatl cüppesiyle göğsünü kapadı. Sedna bir an ne olduğunu anlamaya çalıştı ama düelloda kullanabileceği bir silah olabileceğini düşünüp bakmaktan vazgeçti.
“günaydın sedna “ dedi yüzünde onu görmenin verdiği mutluluk okunabiliyordu.
“günaydın shalafim “ sednanın yüzündeki mutluluk görülebiliyordu ama sebebinin aynı olduğu tartışılırdı.
“ senin için kahvaltı hazırladım ve çayın da hazır yemek istemez misin?” dedi, sesinde bir babanın şefkati okunabiliyordu.
“ bu kadar güzel bir kahvaltı yapmayalı uzun zaman oluyor “ dedi sedna ve kahvaltısını yapmaya başladı. Kısa bir süre içinde bütün kahvaltısını bitirmişti. Bütün kahvaltı boyunca ustası onu izledi. Gözlerini ondan hiç çevirmedi. Onu özlemle izliyordu. Ayrıca yüzünde anlaşılmadık bir hüzün vardı.
Yemekten sonra ikisi de hazırlıklarını bitirdiler ve düello için evin düzenli bahçesine doğru yürüdüler. Bahçe büyü için gerekli birçok bitkiyi içinde barındırıyordu. Sedna burayı ne kadar uzun zamandır görmediğini ve özlediğini fark etti.
Ketzalkoatl cebinden bir kâğıt çıkardı üzerine bir şeyler yazdı. Sonra “ dövüş bittikten sonra “ dedi yüzünü sednaya dönmüştü “ kaybeden kaybettiğini kabul edecek ve eğer ben kaybedersem “ yüzü ifadesizleşmişti “ kâğıt kuş olup büyücüler kulesine gidecek. Orada onaylanacak ve yetişkin büyücü olacaksın.”
“Eğer kaybedersem diye “ heyecanla sordu sedna.
“kağıt yanıp kaybolacak “ hafifçe gülümsedi “ bahçemi berbat etmek istemezsin umarım” yavaşça kağıdı bahçedeki ağacın kenarına astı.
İki büyücü birbirlerinin gözlerine baktılar ve sırayla eğildiler. Artık düello için her şey hazırdı.
İlk hareket eden sedna oldu. Cüppesindeki kesesinden beyaz gül parçaları çıkardı ve havaya attı. Sonra büyü dilinde bir şeyler mırıldandı. Güller birden beyaz bir tek boynuzlu ata dönüştü ve ketzalkoatl’ın üstüne atladı. Bu ani hareketi beklemeyen ketzalkoatl büyülü lisanda birkaç sözcük söyledi. At ketzalkoatl’ın üzerine atladı ama içinden geçerek kayboldu. Ketzalkoatl hafif sersemlemişti ama sedna beklediğinden daha az zarar verebilmişti.
Sonra ketzalkoatl yerden bir tohum kopararak bir şeyler fısıldadı. Sedna ayağının bir şeyler tarafından sarıldığını hissetti. Yerden çıkan otlar bütün vücudunu kaplamıştı. Sedna hazırlıksız yakalanmıştı. Ama basit bir yakalama büyüsüne karşı koyamayacak değildi. Ustasının bunu yaparak sadece onun neler öğrendiğini görmek istediğini düşündü. Hareket etmeden sabit kaldı ve bir şeyler fısıldadı. Sednanın her yeri alevlerle kaplandı. Alev sadece otu yakıyor başka hiçbir şeye zarar vermiyordu. Sedna otlardan kurtulmuştu.
Sedna sıranın kendisine geldiğini düşünmüştü saldırmaya hazırlandı. Ama sedna bir anda nasıl tuzağa düştüğünün farkına vardı. Ketzalkoatl onun bu hamleyi yapacağını biliyordu. Ona alevle karşılık vereceğini biliyordu. Bir anda üzerine küller yağmaya başladı. Biraz önce yanan otların külleriydi bunlar. Otlar ağacın kökleriydi ve şimdi ağaç köklerinin küllerini ağlamıştı. Sedna küllerin darbesiyle yere yığıldı. Bilincini kaybetmek üzereydi. Ketzalkoatl yavaşça yanına geldi.
“üzgünüm sedna ama sanırım bu sefer başaramayacaksın” dedi yüzünde sedna kadar buna üzülmüş gibi bir ifade vardı.
Sedna ne yapacağını bilmiyordu. Midesi büzüşmüştü ve bu tuzağa düştüğü için kendine lanet ediyordu. Bu kadar aptal olmamalıydı. Kibri onu ele geçirmiş ve o buna engel olamamıştı. Kendini kontrol etmeye çalıştı ama beceremedi. Daha sonra ustasına karşı başaramamanın verdiği utancı hissetti. Kendini karıncadan bile daha küçülmüş hissetti. Başarması gerekiyordu ama kapana kısılmış bir fare gibi çaresizlik içinde orada yenilgiyi kabul etmeyi bekliyordu. Ya hemen bir şeyler yapacaktı ya da sonsuza kadar bu uatnçla yaşamaya devam eden bir büyücü olacaktı. Bütün gücünü topladı ve tek kurtuluş yolunu düşündü. Bir kurtuluş yolu vardı ama bu büyüyü daha önce hiç yapamamıştı. Deneyecekti başarmasa da bu kadar kolay yenilmeyecekti. Kanının kaynadığını hissetti büyünün sözcükleri ağzından kalbine aktı.
Ketzalkoatl sednanın yanına yaklaştı “ elini ver sedna dedi ve şefkatle ona doğru ilerledi. Sonra gök mavi bir pırıltı hissetti ve müthiş bir ışıltı çıktı. Ketzalkoatl fırlayıp ağacın gövdesine çarptı. Sedna başarmıştı. Bunun üzerinde yıllardır çalışıyordu ve en sonunda başarmıştı.
Bir büyücü zamanı durdurabildiğinde ki bu çok nadir rastlanan bir durumdu her geçen saniye için müthiş bir güç harcardı. Harcadığı güç o kadar o yoğun olurdu ki bu onun ölümüne dahi sebep olabilirdi. Büyünün sonunda büyücü ölmese bile haftalar boyunca dinlenmek zorunda kalırdı ki bu durumun sonunda ne gibi bir sürprizle karşılaşılacağı da belli olmazdı.
Zaman durduğunda büyücü sanki bir perdeyle gerçek dünyadan ayrılırdı. Durdurduğu zamandan dünyaya bir etki yapması mucize sayılırdı ve bunu başarabilen birkaç çok güçlü büyücü vardı, beyaz kralın da bunlardan biri olduğu söyleniyordu, bunun yanında zamanın akışını bozup onda değişikliğe yol açabilecek bir etkiyi yapabilecek biri ise henüz ortaya çıkmamıştı ya da varsa dahi bilinmiyordu.

Çok kısa bir süreliğine zamanı durdurmuştu ve daha sonrada kalan son gücüyle bir sersemletme büyüsü yapmıştı. Sonra neler olduğunu o bile hatırlamıyordu. Artık büyünün üzerinde hiçbir etkisi kalmamış küllerden kurtulup dizlerinin üstünde ketzalkoatl’ın yanına gitti. Karşılaştığı manzara karşısında sersemlemişti. Ne yapacağını bilemiyordu. Ketzalkoatl’ın göğsünün üstünde büyük bir yara vardı ve durmazsa bu kan kaybından ölecekti.
Ketzalkoatl ona baktı. Dünyadaki en mutlu insan gibi gözüküyordu. Ağzını açtı “sedna kazandı” dedi. Kâğıt bir kartala dönüşüp hızla havalandı ve ortadan kayboldu. Yüzünde benzersiz bir mutlulukla sednaya bakan ketzalkoatl “ beni dünyadaki en mutlu insan ettin” diyebildi.
“shalafim lütfen konuşarak kendiniz yormayın “ diye kekeledi sedna ama ketzalkoatl elleriyle onun ağzını kapadı.
“şimdi senden çok önemli bir şey istemeliyim.” dedi ağzından kanlar geliyordu.
“usta lütfen” diyebildi sedna.
“masamın üstündeki mektubu” konuşurken bütün gücünü harcıyor gibiydi. “büyücüler konseyine götürmelisin” bunu söylerken çok ciddi duruyordu.
“elbette shalafim” sedna ustasının son isteğinin olduğunun farkına varmıştı ve elinden geldiğince ona güven vermek istiyordu.
“ve son olarak “ diye ekledi artık bütün gücü tükenmişe benziyordu “odandaki dolabın içinde hediyen” dedi gözlerindeki parıltı yavaş yavaş yok olurken “umarım beğenirsin” son bir kez daha ağzını açtı ama sednanın anlayabileceği hiçbir şey söyleyemedi. Ketzalkoatl’ın cansız bedeni ağacın kenarına yığıldı.
Sedna olmamayı diledi. Bu dünyada hiç yaşamamış olmayı. Midesi yerinde değildi. Duyguları ona ihanet etmişti hiçbirini kontrol edemiyordu etmek de istemiyordu. Eğer tanrı varsa ona o an görünmeliydi ve sedna onu hiç düşünmeden öldürebilsindi. Bütün gücünün tükendiğini hissetti ve daha fazla dayanamadı. Her şey donuklaşıp uzaklaşmaya başladı sonrada karardı ve sedna yere yığıldı.

BÖLÜM–2

Sedna gözlerini açtığında aradan ne kadar zamanın geçtiğinin farkında değildi. Haftalardır uyuyor olabilirdi ve hala vücudunun hiçbir parçası yerinde değildi. Hareket etme düşüncesi bile ona imkansız gelse de dizlerinin üstünde durmaya başardı. Sonra ne kadar zamanın geçtiğini anlayabilme umuduyla başını kaldırdı ve etrafına baktı.
İlk gördüğü şey düellodan kalan küllerin artık belli belirsiz yerlerinde durduklarıydı. Buda en az bir günün geçtiğini kanıtlıyordu sednaya ama daha belirgin bir bir kanır için çevresine bakınmaya devam etti. Daha sonra ise düello sırasında çevreye saçılan otlara baktı. Neredeyse otlar kurumuştu ve bu da en az üç gün demekti. sonra birden keskin bir kokunun varlığının farkına vardı ve gerçeğin soğukluğuna bir buz gibi çarptı.
Hayatında gerçekten tek inandığı insan olan shalafisinin cansız bedeni ağacın kenarına devrilmiş ve çürümeye başlamıştı. Onu dizlerinin üstünde tutan son gücünde o an bedeninden aktığını hissetti ve olduğu yere yığıldı. Ona değer veren ve hayatındaki tek gerçek dostu elleriyle öldürmüştü. Yaptıklarından hiç zaman pişmanlık duymayan bir insandı ama ustasının kendi ellerinden gelen ölümü onun bile kaldırabileceğinden fazlaydı. Sedna’nın tek istediği basit bir düello ve ardından usta bir büyücü olmaktı. Ama tek istediği şeye elde etmek isterken elindeki tek şeyi de kaybetmişti.
Çoğu insan bunu kader diye kabul edebilir diye düşündü. Ama hiçbir zaman kadere inanmamıştı. Tanrıların varlığını hissedebiliyordu ama onlardan korkmuyordu- onu yönetebilecekleri ise sadece gülüp geçtiği bir kavramdı. Eğer tanrılar yarattıklarını kontrol edebilecek kadar güçlü olsalardı sedna savaşta hiçbir zaman küçük bir çocuğun katledildiğini görmezdi ama o bunu defalarca görmüştü ve defalarcasın da ise küçük çocuğu kurtarmıştı. Her kurtaramadığında ise tanrılara olan nefreti bir kat daha arttı.
Sedna gözlerini gökyüzüne doğru çevirdi. “hiçbir zaman yerinizin orası olduğuna inanmadım” dedi sessiz bir hıçkırıkla “ gücünüz kudreti o kadar büyük ki “ sesindeki nefret konuştukça daha da artıyordu “ mükemmel köşklerinizden sadece dünyayı izleyebiliyorsunuz. Bir gün yaptıklarınız için cezanızı çekmenizi bütün kalbimle diliyorum.” Sesi artık tıslamaya dönüşmüştü. “shalafim, sen bana tanrıların verebileceklerinden çok daha büyük bir gücü bana verdin. “ shalafisine olanları düşünmek bile gözlerinden yaşlarının gelmesine neden olmuştu. Mümkün olan bütün gücünü topladı sedna ayağa kalktı. Ne kadar güçsüz olursa olsun ustasına layık olduğu mezarı hazırlayacaktı.
Bahçeden ustasının her zaman bitkileri ekmek için kullandığı aleti buldu. Ustası bitkilerini yetiştirirken hiçbir zaman büyü kullanmazdı. Her şeyi elleriyle yapardı. Sedna merak edip bir gün neden her şeyi elleriyle yaptığını büyüyle çok daha kısa sürede ve çok daha fazlasını yetiştirilebileceğini sormuştu. Ketzalkoatl ona o açık mavi gözleriyle merhametle bakmıştı. “ bak küçük hanım “ demişti “ bazen büyünün başaramayacağı şeylerde vardır. Buradaki bitkiler de tıpkı senin gibi ilgi beklerler.” Ama sedna hala anlamamış gözlerle ona bakmaya devam ediyordu. Bunu gören Ketzalkoatl ise elindekileri bırakıp bir hamlede küçük sednayı kucağına almıştı. Sonra onu doğruca odasına yatağına götürmüştü. Sedna bir anda o mutlu günlere sanki geri dönmüştü.
“öğle uykusu vakti geldi küçük büyücü” dedi ketzalkoatl. Böyle çağrılmak sednanın çok hoşuna gidiyordu.
“ama bana hala neden ellerinle bitkilerini ektiği söylemedin” dedi Sedna. Merakı gözlerinden okunabiliyordu.
Ketzalkoatl sednayı güzelce yatağına yatırdıktan sonra elleriyle üstünü örttü. Sednanın meraklı ve ilgi dolu gözlerine baktı.
“tatlı rüyalar küçük büyücü” dedi
“ama hala anlatmadın?” sesindeki meraka artık umutsuzlukta eklenmişti.
“ bitkilerde senin gibidir sedna. Seni buraya büyüyle getirebilir büyüyle üstünü örtebilir ve büyüyle bahçeden tatlı rüyalar dileyebilirdim. Ama bunların hiçbiri bizi şimdiki kadar mutlu etmez di değil mi sedna?”
“ sanırım şimdi anladım” sesinden bu sefer cevabı bulmanın rahatlaması ve hafif utangaçlık vardı.
“ iyi geceler shalafim”
Ketzalkoatl, Sedna’nın ona “shalafim” diye her hitap edişinde gülümsüyordu. Bu küçük yumurcak ne kadar da zeki ve meraklı olmuştu. İlerde gerçek bir büyücü olmaya kararlı gibi gözüküyordu ve endorya tarihinin şimdiye kadar ki en küçük çırağıydı. Ama ne olursa olsun sedna ona hiçbir şeyin şimdiye kadar tattıramadığı duyguları tattırmayı başarabilmişti.
Elindeki kazmanın yere düşmesinin verdiği sesle sedna bir anda gerçeğe geri dönmüştü. Sonra kazmaya lanet etti ve tekrar onu yerden geri aldı.
“şimdi seni çok daha iyi anlıyorum shalafim” sesi konuştukça daha da burkuluyordu. “sevgimi sana hiçbir zaman tam anlamıyla gösteremedim ama sen her zaman beni karşılıksız sevdin. Seni bir ömür boyu kaybetmenin verdiği acı hiçbir zaman yüreğimden silinmeyecek usta Ketzalkoatl.” yeniden ağlamaya başlamıştı. “ ve şimdi en azından mezarını ellerimle kazabilirim “
Sedna gün boyunca ustasına layık olabileceğini düşündüğü mezarı kazmaya çalıştı. Tek bir toz zerresinde bile büyü kullanmadı tıpkı ustasının dediği gibi. Mezarı kazdığında ise ustasının cansız bedenine elleriyle mezara yerleştirdi ve alnına son bir öpücük kondurdu. Tekrar mezarın üstüne çıktığında ise sevdiği tek insanı kaybetmesinin acısıyla tekrar mezara baktı. Birkaç saniye sonra artık onu bir daha görmemek üzere kaybedecekti. Bu anın hiç bitmemesini ve sonsuza kadar ustasının yanında kalmayı diledi ve o an çabucak bitti. Tekrar bütün her şeye küfretti ve mezarın üstünü örtmeye başladı.
Mezara attığı her toprakla birlikte mezar biraz daha kapanıyordu ama sanki her kürek darbesi sednanın anılarını kalbinin derinliklerinden gün ışığına çıkarıyordu. Yorulduğu her anda anıları sednanın mezarı bitirmesine yardım ediyordu. Gerçekle hayal çizgisinin kaybolduğunu hissediyordu ve bundan gayet hoşnuttu. Mezarın örtülmesini bitirdiğinde üzerine elleriyle tıpkı ustasının yaptığı gibi en sevdiği bitkileri dikti. Her şey bitiğinde ise son bir evlada sözcüğü söyleyebildi.
“evlada shalafim ve onunla birlikte sana da evlada küçük büyücü…”
Mezarın başından ayrılışıyla Sedna’nın aklına ustasının son sözleri geldi. Bir çeşit mektuptan bahsetmişti ve bunun mutlaka büyücüler konseyine ulaştırılması gerekiyordu. Ketzalkoatl endoryanın en güçlü büyücülerinden biriydi ve her zaman büyücüler konseyiyle görüş alış verişinde bulunurdu. Ketzalkoatl çok iyi bir büyücü olmanın yanında çok iyi bir kâhindi aynı zamanda. Bunun için gelecekle ilgili ne zaman önemli bir olay görse bunu büyücülere bildirirdi ama bu görüş alışverişinden öte gitmezdi. Bu kadar önemli ne gördüğünü merak etmişti sedna ve ne olursa olsun içinde yazanları okuyacaktı. Sedna hızla masaya doğru ilerledi ve hemen mektubu gördü. Mektubu itinayla çantasına koydu ve ustasının hediyesinin ne olduğunu görmek için odasındaki dolaba doğru ilerledi.
Sedna heyecanını bastırmaya çalışarak yavaşça dolabı açtı.

insan?

Hiç buraya ait olmadı
Gitmek istemediğinden değil
Gidemediğinden burada kaldı
Var olmak bile istemedi
Hiçbir zaman ona sorulmadı
Acısı yanından ayrılmayan tek dostu
Nefreti yaşamasının tek sebebiydi
Şüphesi her gün daha büyüdü
Aradığı birkaç cevap vardı
Soracağı milyonlarca soru
Her defasında kaçmak istese de
Beceremedi bir türlü
Her insan gibi zayıflığından utandı
Üzerindeki laneti gördü
Kendine bir kat daha acıdı
Düşünmek istemedi başaramasa da
Tekrar var olmak istedi
Ama özgür,
Güçlü,
Seçim şansı verilmiş,
Ve cevapları elinde…
Tekrar yok olmak istemedi
Çünkü istemek umut etmesine yol açardı…

paranoia

everytime searching in life
i find you
everytime searching in death
i find you
unless try to reach you
i can hear you whispering
my fear overcomes me
illusions,
i can feel them breathing
feel that they cant see me
loosing my mind again
my fearless
give my pain back
i want to be surrounded by darkness
want to feel the comfort of peace
my restless
tell me the taste of you
see you pleasure in it
my worthless
fool them how you are worthy....

Uyandığında aynaya bakamadı
Görünmezdi zaten acıları aynada
Uzun süredir duş da almadı
Su gibi akmazdı ki yaşadıkları aklından
Kahvaltısını gene es geçti
Zaten bastıramıyordu isyanını yemek
Açlığına da geçici çözümler üretiyordu
Her şey gibi,
Ara sıra atıştırıyordu...
Korkarak penceresinin kenarından
Biraz da olsa dışarıyı izledi
Gerçeği görmek istedi dışarıda
İnsanları gördü
Ama onlar da hiçbir zaman bir amaç göremedi
“ben sanki görebiliyorum” dedi kendine
“en azından yaşamdan zevk alıyorlar” diye itiraf etti sonrada
Etrafına baktı
Onu anlayan tek kişi yanındaydı gene
Yalnızlık…
“seni gördüğüme sevindim” dedi yalnızlığa
Elini uzattı boşluğa
“ama doğru ya sen el sıkışmayı sevmezsin… “
Yalnızlık onu duymadı
Genellikle onu görmezdi de
Ama o arada bir korkusunu alırdı yalnızlığın
“geldiğine gerçekten çok sevindim” derdi her seferinde
Elini de uzatırdı bazen
Karşılığını alamayacak olsa da…

ANLA

Seni hiç umursamaz

Duymaz sesini bağırsan da

O şimdi oyuncaklarıyla mutlu

Oyuncakları farkında mı bunun

Ellerini açıp bekle

Seni anlamadığını göreceksin

Hep o yalın bencillik

Kusursuzluğu senden besleniyor

İtiraf etmekte zorlanma

Çoktan fark etmiş olmalısın

Korkma gelen yok arkandan

Kurtulamadın ki o hislerden

Daha Yeni Kayıtlar Ana Sayfa